Çalışma günlerinin yorgunluğunu, şehir dışındaki yazlık evimizde gidermeye çalışırdım. Bahçemizin alt kısmındaki üzüm bağında bir kaç saat gezinmek, bana bütün yorgunluğumu unuttururdu. Çoğu zaman yanıma küçük oğlumu da alır ve ona tabiatı sevdirmeyi çalışırdım. Bacaksızın durmadan sorduğu sorulardan bazen çok sıkılırdım. Fakat bu arada çok şey öğrendiğinin de farkındaydım.
İkide birde bana bir şey gösterir ve: – Baba, bu kimin? diye sorardı.
Eğer meşgulsem, kısaca: – Allah’ın, diye cevap verirdim. Ama bize vermiş, biz kullanıyoruz. O gün, yazlıkta bağda yine oğlumla beraberdim. Yere değen üzüm salkımlarını, dallardan kestiğim çatallara dayatarak yukarı kaldırıyor ve böylelikle çürümelerini önlemeye çalışıyordum. Birden yanımdaki asmada bulunan üzümlerin parçalandığını ve birçoğunun salkımlarından sıyrılarak yere dökülmüş olduğunu gördüm. Canım fena halde sıkılmış ve söylenmeye başlamıştım.
Adeta bağırarak: – Bunları yapanı bir elime geçirsem derisini yüzeceğim, diyordum. Aniden biraz ilerideki asmanın dibinde duran iki kaplumbağayı farkettim. Bunlar, aradığım suçlular olmalıydı. Çünkü aynı şeyi bu sefer o asmalarda yapıyorlardı.
Yanlarına giderek: – Bağımın altını üstüne getirdiniz dedim, dedim. Ben de size aynı şeyi yapacağım. Ve kaplumbağaları kaldırarak oğlumun şaşkın bakışları arasında ters çevirdim. Esasında bilimsel bir cinayet planlıyordum. Çünkü bu durumda hiçbir şey yapamayacaklarını ve birkaç gün içinde öleceklerini çok iyi biliyordum. Aradan bir hafta geçtikten sonra, tekrar oğlumun soru yağmuruna tutuldum.
Yanıma gelerek: – Baba, dedi. Bizim yazlıktaki bağ kimin? Daha öncekiler gibi: – Allah’ın, diye cevap verdim. Ama biz kullanıyoruz. – Peki, dedi. Ya o ters çevirdiğimiz kaplumbağalar? Hiçbir şey söyleyemedim.
Çünkü aklından ne geçtiğini tahmin etmiş ve yaptığım hatanın büyüklüğünü anlamıştım. Hemen giyinerek dışarı çıktım ve arabama atlayarak yazlıktaki bağımıza geldim. Kaplumbağaların cesedini kaldıracak ve onları bağın en güzel yerine gömerek kendimi affettirecektim. Arabadan iner inmez hızlı adımlarla onları bıraktığım yere doğru ilerledim. Henüz uzakta olmama rağmen kaplumbağaları görebiliyor ve küçük bir kuşun ikisinin arasında gidip geldiğini fark ediyordum. Kuş, onların çürümeye yüz tutmuş olan vücutlarından nasipleniyor olmalıydı. Biraz daha yaklaşarak ne yaptığını anlamaya çalıştım. Aman Allah’ım hayal mi görüyordum? Kuş, en yakınında bulunan asmalara konuyor ve gagasıyla kopardığı üzüm tanelerini kaplumbağalara yediriyordu.
Evet evet, kaplumbağalar yaşıyordu. Hem de yattıkları yerde beslenerek. Kuşu bir dadı gibi o hayvanların yardımına koşturan kudret karşısında ürperdiğimi hissediyor ve kaplumbağalar ölmediği için Allah’a şükrediyordum. Büyük bir sevinçle yanlarına koştum. Kuş korkarak kaçmış, kaplumbağalar ise beni görünce kafalarını kabuklarından içeriye çekmişlerdi. Onları hemen düzelterek eski hallerine getirdim ve çalıların arasından kaybolana kadar arkalarından baktım.
Eve döndüğümde, oğlum beni kapıda karşılayarak: – Baba, dedi. Kaplumbağaların kimin olduğunu söylemedin.
Başını okşayarak: – Onlar da Allah’ın yavrum, dedim. Allah’ın. Sakın ha şüphen olmasın…
Yorum Yaz